AVRUPA PARA BİRLİĞİ SÜRECİNDE  
EURO VE EURO’NUN MUHTEMEL
FİNANSAL MALİYETLERİ-I

Ercüment BARAN*

I- GİRİŞ
Avrupa ekonomileri son yıllarda birbirine daha bağımlı hale geldiler. Avrupa kıtasında yer alan hemen her ülke vatandaşı, ulusal sınırların dışına rahatlıkla mal ve hizmet satmakta diğer ülkelerin borsalarından hisse senedi veya tahvil alıp-satabilmekte, sınırlarının ötesinde rahatlıkla istihdam edilebilmektedir. Ancak her bir ülke, işlemlerde kendi ulusal parasını kullandığından, ticaret; zaman ve kaynak anlamında yüksek bir maliyet getirmekteydi. Bu anlamda ticari ve finansal hayatı kolaylaştırmak amacı ile 11 Avrupa ülkesi tek bir para birimi; EURO’nun kullanılacağı Avrupa Para Birliği’ni (European Monetary Union, EMU) [1] oluşturmak üzere yola çıktılar. Kullanılacak tek para birimi, ülkelerin zaman ve parasal maliyetlerinde tasarruf sağlamakla kalmayacak, ülkelerarası ticareti daha da artıracak, vatandaşların tüm Avrupa ülkelerinde, borsaları ve ticaret imkanlarını kullanma oranını da geliştirecekti.
Bununla birlikte Parasal Birliğin çeşitli maliyetleri de beraberinde getirmesi kaçınılmazdır. Parasal Birlik gerçekleşmeden önce, birliğe katılacak tüm Avrupa ülkeleri, karşılaştıkları ekonomik problemler ne kadar şiddetli de olsa, uygulanması gereken döviz kuru ve para politikalarını kendileri belirleyebilmekteydiler. Her ne kadar kullanılacak tek para birimi üye ülkeler arasındaki ticareti kolaylaştırsa da, tüm üye ülkeler parasal birliktelik ile ekonomilerini etkileyecek para politikalarını uygulama yeteneğini de bir kenara koyacaklardır. Hiçbir üye ülkenin Merkez Bankası’nın uygulanacak faiz oranlarını belirleme gibi bir yetkisi olmayacaktır. Avrupa Para Birliği üyesi hiçbir ülkenin, diğer ülke parası karşısında ulusal parasının değerini yada döviz kurlarını tespit etmek gibi bir şansı da olmayacaktır. Burada ilk akla gelen soru, ulusal ve bağımsız para ve döviz kuru politikalarını uygulamaktan vazgeçmenin maliyeti ne olacaktır? Ülkelerin ellerindeki ekonomik enstrümanları uygulamaktan vazgeçmelerinin doğuracağı maliyetin ağırlığı, tabii ki ekonomileri vurması muhtemel makroekonomik şokların şiddetine ve de para ve döviz kuru politikalarının yokluğunda ekonomiyi kompanse edecek diğer düzenleyici mekanizmaların varlığına ve yeterliliğine bağlı olacaktır. Bu anlamda fiyatlar ve ücretlerin muhtemel şokları massetme yeterliliği, işgücünün hareketliliği ve uygulanacak maliye politikalarının tutarlılığı, para ve döviz kuru gibi politika araçlarının yokluğunda varlığı ve uygulanması kaçınılmaz araçlar olacaktır.
II- TEK PARA BİRİMİ EURO’NUN GETİRİLERİ
Tek para birimi Euro’ya geçişin beraberinde getireceği potansiyel faydalar da olacaktır. Belki en önemli getiri, üye ülkeler arasındaki ticaretin maliyetinin azalması gösterilebilir.
Bununla beraber gelecekteki döviz kurlarındaki belirsizliğin azaltılması, ihracatın desteklenmesi için ulusal paraların devalüe edilme zorunluluğunun ortadan kalkacak olması diğer potansiyel faydalar olarak akla gelmektedir.
A- DEĞİŞİM VE İŞLEM MALİYETLERİNİN AZALMASI
İthalatçının yurtdışından ithal ettiği ürünlerin bedelini ödemek için ulusal parayı öncelikle ihracatçı ülkenin ulusal para birimine dönüştürmesi gerekmektedir. Bu işlem, genellikle bankalar vasıtası ile gerçekleşeceğinden, banka, işlemi gerçekleştirmek için bir servis ücreti talep edecektir. İthalatçının katlanacağı ve işlem hacmine göre önemli hale gelebilecek bu tür işlem maliyetleri muhtemelen maliyetlere yansıtılarak daha yüksek fiyatlar olarak nihai tüketiciye intikal ettirilecektir. Önemsiz gibi düşünülen bu tür işlem maliyetleri, Avrupa Para Birliği’nin üyesi ilkelerin gayri safi milli hasılalarının % 0,4’ü olarak hesaplanmaktadır [2].
B- DÖVİZ KURU BELİRSİZLİĞİNİN AZALMASI
Parasal birliktelik öncesi ülkeler, her ne kadar dalgalı döviz kuru sistemini uygulasalar da zaten ulusal paralarının birbirlerine karşı ne oranda dalgalanacağını belli bir limit altına almışlardı. Her ülke kendi ulusal parasının değerini diğer 10 ülkenin ulusal paralarına karşı belirlemiş durumdaydı ve döviz kuru hep birlikte dünyanın diğer ülkelerindeki ulusal paralar karşısında değer kazanıyor yada kaybediyordu. Potansiyel üye ülkelerden birinde meydana gelen ciddi ekonomik rahatsızlık karşısında kurlardaki stabilizasyonun sağlanması için karşı taraftaki ülkede anında müdahalelerin yapılması öngörülmekteydi. Bu tür ciddi müdahaleler çok sık olmamakla beraber zaten uygulanan sistem günlük bazda normal bir hareketliliği rahatlıkla kaldırabiliyordu. Ancak döviz kurlarının uzun dönemdeki seyrinin tahminindeki güçlük, özellikle ithalat ve ihracatçılar için önemli bir risk unsuru olarak ekonomik aktiviteleri etkileyebiliyordu.
Fransız üreticisi belli miktar malı altı ay sonra İtalya’ya teslim edilmek üzere bugünden kontrat imzaladığında, fiyat üzerinde bugün anlaşılmış olmakta, ödemenin ise altı ay içinde Fransız Frangı cinsinden yapılması öngörülmektedir. Eğer İtalyan Lireti cinsinden Fransız Frangı’nın maliyeti artarsa, İtalyan ithalatçı, satın aldığı mal için düşündüğünden daha fazla ödemek zorunda kalacaktır. Döviz kurunda ortaya çıkması muhtemel olan risk göz önüne alındığında, İtalyan ithalatçı, istediği ürünü, Fransız malı daha ucuz olmasına rağmen yerli üreticiden temin etmeyi tercih edebilecektir. Aslında ithalatçı ve ihracatçılar kendilerinin döviz kurlarında meydana gelebilecek risklere karşı, finansal piyasaları kullanarak future veya forward kontratlar düzenleyerek koruyabilirler. Ancak bunun için de belli bir maliyete katlanmak gerekecektir.
Bu nedenle döviz kuru riski de işlemlere gizli bir maliyet kalemi eklediği için ülkelerarası ticareti azaltmaktadır. Tek bir para birimi ise Avrupa Para Birliği üyesi ülkelerde döviz kuru riskini ortadan kaldıracak, ticaretin sadece bu nedenden dolayı artışını hızlandıracaktır. Ticaretin artışı, ürün çeşitlenmesi ile birlikte rekabeti doğuracak, rekabetin getireceği fiyat düşüşü ve istikrarı, büyük pazarlar için üretimin hedeflenmesini ve ölçek ekonomilerini gündeme getirecektir.
C- REKABETE DAYALI DEVALÜASYONLARIN AZALMASI
I. ve II. Dünya Savaşları sonrasında Avrupa ekonomilerine bakıldığında göze çarpan ilk paradoksun devalüasyon rekabeti olduğu görülür. Ulusal parasını, ihracatı teşvik etmek için devalüe eden bir ülkenin, ticaretteki partnerinin de kendi ihracatçısını korumak için aynı oranda yada daha fazla miktarda ulusal parasını devalüe etmesi anlamına gelen devalüasyon rekabeti ile Avrupa ekonomileri savaşlar sonrasında ulusal paralarının aşırı değer kaybetmesi ile yani % 1000’lere ulaşan hiper enflasyonlarla tanıştılar. Bu süreçte Avrupa devalüasyon rekabetinin doğurduğu hiper enflasyon sarmalı içinde uzun süre kalmak zorunda kaldı. Her ne kadar günümüzde, Avrupa döviz kuru düzenlemeleri bu tür devalüasyon rekabeti tehditlerini bertaraf edecek şekilde dizayn edilmiş olsa da, döviz kurlarının dalgalı kur sisteminde ve piyasada belirlenmesi yerine belirli kurumlarca tespit edilmesini öngören uygulamalarda bu tür risklerin ortaya çıkması her zaman beklenebilir.
D- SPEKÜLATİF ATAKLARIN AZALMASI
Para birliği öncesinde her ne kadar döviz kuru düzenlemeleri yeterli görülse de, Avrupa döviz kuru mekanizmasının spekülatif ataklara karşı çok korunaklı olduğu söylenemez. Eğer spekülatörler, herhangi bir para biriminin değer kaybedeceğine inanırlarsa, elde tuttuklarını satacaklardır. Eğer piyasayı etkileyebilecek tüm spekülatörler bu yönde bir görüş birliğinde olurlarsa, söz konusu para biriminin değeri tamamen çökebilir ve devletler ulusal paralarını hiç düşünmedikleri halde devalüe etmek zorunda kalabilirler. Karar organları spekülatif atakları bertaraf etmek için faiz oranlarını yükselterek ulusal para birimi cinsinden elde tutulan para piyasası araçlarını artırmayı dolayısıyla ulusal paradan kaçışı engellemeye çalışabilir. Fakat böyle bir politika ile firmalar daha yüksek bir borçlanma maliyeti ile karşı karşıya kalacaklardır. Bu da daha az borçlanma, daha az yatırım ve daha düşük bir ekonomik büyüme sonucunu doğuracaktır. En son yaşanan döviz kuru krizi spekülatif atakların önemini ön plana çıkarmaktadır. 1990’lı yıllarda Avrupa, iki yıldır süregelen derin bir resesyon döneminden geçmekte idi. İşsizlik oranı Avrupa ortalaması yaklaşık %10’lar düzeyindeydi. Faizlerin düşürülerek yatırımların teşvik edilmesi ve ekonomik resesyonun atlatılması anlamındaki kısa dönemli politik baskılar resesyonun daha da derinleşmesine neden oluyordu. O dönemde neredeyse bütün ekonomik karar organları tüm Avrupa kapsamında kararlı bir döviz kuru politikası uygulanmadıkça krizin aşılmasının mümkün olmayacağını belirtiyorlardı. Çünkü Avrupa’da faiz oranlarının bir ülke tarafından indirilmesi diğerlerinde herhangi bir değişme yokken sermayenin diğer ülkelere kaçması anlamına gelecekti. Bu sermaye hareketi ise doğal olarak döviz kurlarında suni bir baskının artmasına neden olacaktı. Ekonomik kriz bütün Avrupa’yı etkilemesine rağmen uygun faiz politikasının uygulanması konusunda o dönemde tam bir uyum sağlanamadı.
Almanya, eski Doğu Almanya’nın Batı Almanya’yı yakalamasını sağlamak anlamında piyasaları yeterince teşvik ettiğini düşünüyordu. Fakat uygulanan teşvik politikalarının en önemli riski yüksek enflasyonla karşı karşıya kalmaktı [3]. Enflasyonist baskıların bertaraf edilmesi için Almanya o dönemde yüksek faiz politikasını izledi. Diğer Avrupa ülkeleri de Almanya’nın göreli ekonomik büyüklüğü ve önemini göz önüne alarak döviz kurlarındaki stabilizasyonu korumak amacıyla yüksek faiz politikası uyguladılar.
Uygulanan yada uygulanmaya çalışılan faiz politikaları konusunda hemen bütün Avrupa ülkesi çeşitli taahhütlerde bulunuyorlardı. Ancak verilen taahhütler spekülatörlerin gözünde yeterli bulunmadı. Spekülatörler o dönemde İngiltere, Fransa ve İtalya’nın karşı karşıya oldukları iç politik baskılar nedeni ile Almanya’nın uyguladığı faiz politikasını izlemeyi devam ettiremeyeceklerini öngörerek spekülasyon yapmaya başladılar. Ve 1993’de spekülatörler İngiliz Sterlini, Fransız Frangı ve İtalyan Lireti cinsinden borçlanarak, eldeki paraları; hükümetlerin döviz kurlarını stabil halde tutmak için taahhüt ettikleri yüksek faiz politikasını devam ettiremeyeceklerini, dolayısıyla bu paraların eninde sonunda değer kaybedeceğini öngörerek, Alman Markı veya Amerikan Doları’na çevirmeye başladılar. Bu yolla başlayan hareket neredeyse piyasayı etkileyebilecek bütün spekülatörlerin aynı yönde hareket etmesi ile devam etti ve Sterlin, Frank ve Liret; Alman Markı karşısında değer kaybetti. Alıcıları çekmek için İngiltere, Fransa ve İtalya hükümetleri kendi ulusal para birimleri cinsinden çok yüksek getirili kısa vadeli finansal enstrümanları piyasaya sürdüler. Ancak bu politikanın da bir yan etkisi, popülaritesi giderek azalan sabit kur sistemine bu ülkelerde daha fazla yapışmak şeklinde ortaya çıktı ki bu da mevcut resesyonun daha da derinleşmesi sonucunu doğurdu. Bu arada spekülatörlerin sabit kur sisteminin daha fazla devam etmesinin mümkün olmadığı yönündeki beklentileri ve atakları da yoğunlaşmıştı.
Ve sonuçta, Fransa dışında İngiltere ve İtalya spekülatif ataklara dayanamayarak sabit kur sistemini terk ettiler. Fransa, döviz kurları üzerindeki spekülatif ataklara yüksek faizler, artan işsizlik oranları ve düşük ekonomik büyüme hızları pahasına katlanmak zorunda kaldı. İngiltere ve İtalya uygulanan düşük faiz politikaları ve ulusal paraların devalüe edilmesi sayesinde artan iç tüketim ve ihracat sayesinde resesyonu kısa sürede aşabilmişti. Ancak işin bir diğer boyutu ve maliyeti yapılan devalüasyonların bir sonucu olarak enflasyon oranlarının artması şeklinde kendisini gösterdi. Spekülatörlerin, Avrupa paralarından birinin diğerine göre değer kaybedeceği yönündeki beklentileri ile ortaya çıkan ataklar tek bir para biriminin kullanılmaya başlanması ile ortadan kalkacak gibi gözükmektedir. Avrupa içinde düşen faiz ve döviz kurlarını spekülatörler kompanse edemeyecekleri için bu düşüş aslında birlik üyesi ülkelerde, yatırımlar ve ekonomik büyümenin teşvik edilmesi anlamına da gelecektir.

 

Son Güncelleme (Cuma, 03 Temmuz 2009 12:06)